Söyleşi: Cem Tunçer
Alexander Starritt’in Biz Almanlar kitabı Sahi Kitap tarafından yayımlandı. Kitap, büyükbabasının eski bir Nazi askeri olduğunu öğrenen Callum’un hikâyesi. Dayton Edebiyat Barış Ödüllü kitap, okura savaşın yıkıcılığına ve kolektif suçluluğa dair sorular soruyor. Starritt’le savaş karşıtı edebiyata, Rusya-Ukrayna savaşına ve kötülüğün sıradanlığına dair konuştuk.
Kitap eski bir
Nazi askeri ile ilgili. Riskli bir konu. Nasıl karar verdiniz böyle bir roman
yazmaya? Bir hayli araştırma gerektiren de bir konu.
İkinci Dünya Savaşı her zaman ilgilendiğim bir alandı. Yıllar içinde çok fazla okuma yaptım. Ama sonrasında ilk ağızdan anlatımları okudum, günlük hayat deneyimlerini. Mektuplar, günlükler, vesaire; Erich Kuby’ninkiler bilhassa muazzamlardı. Toprağın dönüştüğü çamura, asker teçhizatlarına, tank kokularına dair onlarca not aldım.
Kitap eski bir
Nazi askeri olan Meissner’in torununa bıraktığı mektupla açılıyor. Direkt bir
anlatım değil, bir mektup formu tercih edilmiş savaşın tasvirlerinde. Neden?
Kitabı mektup formunda yazdım çünkü okura direkt hitap etmek istiyordum. “Ben” ve “sen” ikiliği istediğim bir şeydi. Hafıza konusunu da dahil etmek istediğimden bu daha uygundu; sadece savaşta yaşananları değil, olayların yıllar içinde algılanış biçimindeki değişimi de vurgulamak istedim. Bu yüzden geçmişten geleceğe bir mektup aslında.
Callum’un
büyükbabası savaşın dehşetini hatırlıyor ve tüm gerçekliğiyle aktarıyor. Bazı
şeylerin hatırlanması mı yoksa hatırlanmaması mı gerektiği bir soru işareti.
Siz bunları neden aktardınız?
Bazı şeyler bence de unutulmalı. Dehşeti aktarmanın ahlaki ya da edebi bir değeri olduğunu düşünmüyorum. Bu konular üzerine de çok düşündüm. Nihayetinde, savaşın ahlaki arka planını irdeleyecekseniz, belli konuları deşmek zorundasınız. Aksi halde dehşeti küçültmüş, yumuşatmış olabilirsiniz. Şunu da söylemeliyim… İnsanın yarattığı korkutucu şeylere dair hayli şey okudum, kimilerini hiç dahil etmedim.
Bir Nazi
askerinin gözünden kitap yazmak hayli riskli değil mi?
Filmlerde, dizilerde alışkın olmadığımız bir perspektiften, daha gizli saklı olana, daha görülmeyene dair bir kitap bu, haliyle tepkilerden tabii ki korktum. Yine de kitabın bu türden bir okumaya çok az maruz kalması beni rahatlattı. Sadece, İngiltere’nin önemli gazetelerden birinde nasıl da bir “Nazi” askerini anlattığımı söyleyen bir inceleme yazısı çıktı, onun dışında okur sorgulamak istediğim asıl hikâyeye dahil oldu.
Biz Almanlar, Türkiye’de Rusya’nın Ukrayna işgalinin
hemen ardından yayınlandı. Biz Almanlar’ın
günümüzle ilgili söyleyeceği bir şey var mı?
Üzülerek söylüyorum, günümüz Rusya’sıyla, Ruslarla da bir bağlantı kurulabilir kitapla. Kötü şeyler yapan birileriyle yaşamanın zorluğuna dair... Şimdilerde, bireysel olarak Ruslara uygulanan yaptırımları görüyoruz. Savaş için suçlanacak birileri her zaman bulunur… Maalesef, savaşın utancı da, doğru ya da yanlış, Rusya’nın ve insanlarının üzerine yapışacak.
Kitabınız
Dayton Edebiyat Barış ödülünü de kazandı. Kitabı savaş karşıtı edebiyat
kategorisine sokabilir miyiz?
Savaş yanlısı bir edebiyat türü var mı emin değilim. Tüm uluslararası hukuk kanunları, savaşın kötü ve yanlış bir şey olduğunu söyleyip duruyor. Ama savaş karşıtlığının da bir tür sorumluluktan kaçmak olduğunu söyleyebilirim. İtilaf devletlerinin Hitler’e açtığı savaşa kim karşı çıkabilir?
Savaş
hep vardı. Peki şiddetin kendisinin bu kadar açık şekilde yansıtılması onu
normalleştirmek anlamına da geliyor mu?
Bence, bilakis, devletlerin ne türden bir şiddet uygulamaya muktedir olduklarını yeterince anlayamıyoruz. Anlamazsak, 1914 yılının o savaş yanlısı ve asker olmaya çoktan gönüllü Avrupalılarına dönüşebiliriz.
Büyükbabanız
İkinci Dünya Savaşı’na katıldı, eski bir Nazi askeriydi, yani. Kimileri bu
yüzden kitabı bir anı kitabı olarak yorumlayabilir. Siz gerçekle hikâyeyi nasıl
harmanladınız?
Kitap kesinlikle büyükbabamın bende yol açtığı, bana sordurduğu sorularla ilgili, ama birebir onunla ilgili değil. Her kurguda tabii insanın kendisinden bir şeyler olabiliyor; düşüncelerinizden, araştırmalarınızdan, dişlerinizi fırçalarken aklınıza gelen bir fikirden çeşitli parçalar kurguyu oluşturuyor. Bu da benim gerçekliğim.
Kötülüğün Sıradanlığı kitabında Hannah Arendt, Eichmann’ı ne
sadist ne zalim, sıradan bir bürokrat olarak tanımlıyordu. Ona göre Eichmann “insanı
korkutacak denli normal”di. Biz Almanlar’ı
okurken bu sözleri anımsadım.
Kesinlikle katılıyor ve anlıyorum. İki tür ahlaki sistem var, kişisel ve toplumsal. İnsanların kişisel ahlakları genelde toplum tarafından şekillendiriliyor, toplumun doğru kıldığı şeyleri doğru olarak alıyoruz. Bu yüzden, George Washington gibi biriyle empati kurabiliyoruz. Herkese göre iyi bir insandı ama köleleri vardı. Toplum öyleydi çünkü. Toplumun kabullerini hukuki ve ahlaki bulması normaldi. Tabii, kati ve daimi ahlaki değer diye bir şey de yok. Azteklilerin çocukları kurban ederlerken kötü insanlar olduklarını düşündüklerini sanmıyorum. Asıl soru şu: Toplumun düşündükleriyle bizim düşündüklerimiz uyumsuz olursa ne yapacağız? Bu, şimdilerde Rusların da cevaplamak zorunda bırakıldığı zor bir soru.